marmara’nın fokları…
08/06/2014 § Yorum bırakın
Geçen gün Beşiktaş’taki Kadıköy İskelesi’nin yanında denizden kafasını çıkaran bir fokla göz göze geldiğimize yemin ederim. “Gördünüz mü, gördünüz mü” diye bağırmak üzere arkamı döndüm ama etrafta kimsecikler yoktu. Mucizeyi benden başka gören olmamıştı. Hiç değilse fotoğrafını çekeyim diye telefonuma davrandıysam da nafile; daldı ve bir daha görünmedi. Bu ufacık ânı, geçen sene Beykoz’dan motorla Yeniköy’e geçerken öyle üçlerle beşlerle ifade edilemeyecek kadar kalabalık bir yunus sürüsünün ortasında kalmamdan ve hatta evvelki sene Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi’nin bahçesinde uğradığım -Hitchcock’un Kuşlar filminden bir sahne kadar ürkütücü- karga saldırısından daha fevkalade buluyorum. Maatteessüf (bu lakırdıyı da ilk defa olmak üzere kullanmış bulundum, umarım yerli yerindedir) utangaç fok, kargalar kadar arsız olmadığı gibi kendini göstermekte yunuslar kadar lütufkâr da değildi. DEVAMINI OKU
yeni cami hünkâr kasrı…
02/11/2013 § Yorum bırakın
İnsan kendine günlük küçük oyunlar uydurmazsa rutinini sevemez ve rutinini sevmeyen kişi yaşamaya katlanamaz. Gündelik hayatıma dair bu türden ufak heyecanlarım olduğu ve bunları bana çoğunlukla yine ufak dikkatler karşılığında yaşadığım şehir sağladığı için kendimi şanslı sayıyorum. Bunların ilki, her sabah vapurdan inip Yeni Cami’ye doğru seğirttiğimde köşede binbir yeni ilhamla beni bekler. Bu heyecan, küfeki taşından enfes bir geçidin içinden geçmek zorunda olmaktır. Günlerin telâşı içinde aynı güzergâhı kullanan hemşehrilerimin pek azının dikkat buyurduğu Hünkâr Kasrı’nın altındaki sivri tonozlu geçit, karşıma bir imkansız Escher yapısı gibi dikilir. Eğikliği, nispetsizliği, imkânsızlığıyla çok def’a buradan bir başka dünyaya, bir başka boyuta, bir başka mantığa geçtiğimi kurarım. Ne var ki bu kabaltının ucunda beni karşılayan, hemen dâima, çeyiz bohçalarını doldurma derdine düşmüş zavallı ana kızların yolunu gözleyen at hırsızı kılıklı hanutçulardır. Yine de geçidin ilham ettiği hayâllerle Rızapaşa Yokuşu’nun başına kadar oyalanırım. Bir müddettir rutinimin bir parçası da tam burada daldığım yerden çıkmaktır. Buraya geçen sene bir “meçhul manifaturacı” heykeli diktiler. Fakat kâidenin üstünde “Manifaturacı Draper” yazdığından, gelen geçen bunun gayrımüslim azınlıktan Draper isimli meşhur bir manifaturacıya ait olduğunu sandı, hâlâ da sanır. Gelgelelim “draper” aslında manifaturacının İngilizcesinden başka şey değil. Ahâlinin kabahati yok; ah şu artık taşlara kazınan yabancılara yaranma çabamız! Mister Draper’e huysuzlandıktan sonra ekseriya bir kaç kez arkamı döner bakar, bir gün kendi filmimi çekecek olursam mutlaka o tonozu çekim mekânı olarak kullanmayı düşlerim. Makaraya alınmayı bekleyen ve bir çoğu beklerken zihnimden siliniveren kaç sahnem var orda… Sultanhamamı esnafının çoktan başlamış yaygarasını; çamaşırını, perdesini, havlusunu arkamda bıraktıktan sonra sanki gerçek bir seçim yapacakmış gibi Mercan ve Mahmutpaşa tarafına kaçamak bir bakış atar ve kendimi her seferinde yine Rızapaşa Yokuşu’na vurarak üniversitedeki işime doğru çıkmaya başlarım.
tarabya’da melody gardot…
07/07/2013 § Yorum bırakın
İstinye-Yeniköy-Tarabya hattında Boğaziçi’nin en nefis yalıları bulunur. Alexandre Valluary’nin görkeminden gemilere yolunu şaşırtan Ahmet Afif Paşa Yalısı, bunun gibi yeni-barokun harikulade örneklerinden Şehzade Burhanettin Efendi Yalısı, Mısırlıların bu yalı ve Hidiva Sarayı’ndan sonraki üçüncü sahil sarayları olan Sait Halim Paşa Yalısı bunların en meşhurlarıdır. Bunlar yanında Doktor Hulusi Behçet Yalısı gibi ismi az söylenen bir çok hazineye de yine hep bu sahil şeridinde tesadüf edilir. Karşıdaki Kanlıca’nın daha mütevazı ve belki daha Türk olan yalılarından farklı olarak serencamları da farklı olmuş, her biri hakkında “lanetli” söylentileri dolaşagelmiştir. Cezayirliyan Yalısı’nı mesken tutan Avusturya Konsolosluğu ile birlikte sahil daha diplomatik bir havaya bürünürken artık Tarabya’ya ulaşıldığı vakit ise yalılar yerlerini iki büyük köşke bırakır: Cumhurbaşkanlarının Florya Deniz Köşkü gözden düştükten sonraki yazlıkları olan Huber Köşkü ve Alman Büyükelçiliği’nin Yazlık Köşkü… Aynı semtte Fransız ve İtalyan sefaretlerine ait yazlık köşkler de bulunmakla birlikte, her ikisi de restore edilmediğinden çürüyüp kalmış, nihayet birincisi Marmara Üniversitesi’ne tahsis edilmiş, ikincisi ise Huber gibi enfes bir D’Aronco yapısı olmasına rağmen yıkılmaya terkedilmiştir. İspanya ve Rusya konsolosluklarına ait yazlık köşkler ise daha ilerde, Büyükdere’dedir.
Almanlar diğer elçiliklerden farklı olarak buradaki binalarını kendileri yaptılar. Wilhelm Dörpfeld’in Yunanistan’da çalıştığı halde bu köşkü bu kadar Boğaziçi mimarisine ve Türk ruhuna uygun çizmesi hayret verici ve her türlü takdirin üstündedir. Çok iyi muhafaza edilen ve yakın zamanda Alman-Türk Diyaloğu yahut Tarabya Kültür Akademisi gibi isimler altında kültür sanat işlerinde kullanılmaya başlanan köşkün bir konser mekanı olarak kullanılması ise galiba bir ilk… Kimin aklına geldiyse, aklını seveyim –kinâye içermez.
salamanca’dan alcalá’ya hac…
19/05/2013 § 2 Yorum
Üniversitenin tarihi biraz da hukuk fakültesinin tarihidir. Çünkü üniversite eğitimi hukuk eğitimiyle başlar. XI. asır Bolonya’sında yurttaşlarının borç ve fiillerinden kolektif şekilde sorumlu tutulan çeşitli milletlere mensup yabancılar kendilerine hukuk öğretmeleri için hoca tutmaya başlarlar ve işte bu hukuk dersleriyle dünyanın ilk üniversitesi olan Bolonya Üniversitesi’nin temelleri atılmış olur. Yine bu dönemde daha önce İstanbul’da derlenmiş olan fakat beş yüz yılı aşkın süredir yeniden keşfedilmeyi bekleyen Roma hukukunun kutsal kitabı Corpus Iuris Civilis’e küçük şerhler (glossa) yazılmaya başlanır ve Bolonya’da yetişip ülkelerine dönen şarihler (glossator) halen Kıt’a Avrupası’na hakim olan hukuk sisteminin iskeletini kurarlar. Görüleceği üzere bu hukuk, Anglo-Sakson hukukundan farklı olarak uygulamada şekillenen, hakimlerin yarattığı bir hukuk değil; en başından beri akademi kaynaklı bir hukuktur. Bu nedenle üniversite, bilhassa Kıt’a hukukçuları için ayrı bir önem taşır.
Bolonya Avrupa’daki başka küçük şehirlere de örnek olmuş ve bugüne kadar öğrenci şehri olma geleneğini sürdüren çeşitli üniversite şehirleri ortaya çıkmıştır; Portekiz’in Coimbra’sı yahut Almanya’nın Heidelberg’i gibi… Hepsinde esas olarak kanonik hukuk, medeni hukuk, tıp, teoloji ve lingüistik eğitimi verilmekte; diğer ilimler ise üniversite ünvanı taşımayan daha alt kademedeki okullarda öğretilmekteydi. Bu köklü üniversitelerden ikisi de İspanya’dadır: Dünyada ilk kez resmen “üniversite” ünvanını kullanan Salamanca Üniversitesi ve dünyanın ilk kampüsünü kuran ve bugün mirasını Complutense ve Alcalá Üniversitelerinin paylaşamadığı Alcalá de Henares’teki üniversite… Yüzyıllarca İspanya’nın bütün devlet kadrolarını, ilim adamlarını, sanatçılarını bu iki rakip üniversite yetiştirmiştir. Genç bir hukukçu akademisyen olarak İspanya’da bir çok üniversiteyi, hukuk fakültesini, adliyeyi dolaştım ancak hiçbirinden bu ikisi kadar etkilenmedim.
galeri: toledo…
22/04/2013 § Yorum bırakın
Toledo, a set on Flickr.
Tuleytula… Gezerken bütün sakinleri bir yerlere saklanmış ve bir kısmı saklandıkları yerden beni izliyor gibiydi. Ve öyle bir yer ki; insan sonsuza kadar saklanacak bir yer rahatlıkla bulabilir. Dünyanın en dar sokağının, en gizli kapısının, en küçük penceresinin mutlaka orada bir yerlerde olduğuna inanırım.
galeri: sevilla katedrali…
16/04/2013 § Yorum bırakın
Sevilla Katedrali, Sevilla, a set on Flickr.
Muvahhidler dönemine ait caminin yerine inşa edildiği vakit Ayasofya’yı neredeyse bin yıllık tahtından indirip dünyanın en büyük kilisesi olan Sevilla Katedrali’nde bugün eski camiden geriye bir tek minaresi “La Giralda” kalmış. Merakı muciptir; Kristof Kolomb’un da koynunda yattığı kilisenin inşasına tâ 15. asırda başlandığı halde gotik hem de “gopgotik”tir. Yârabbi, rönesans yahut hiç değilse plateresk olamaz mı idi?
galeri: sevilla…
13/04/2013 § Yorum bırakın
Sevilla, a set on Flickr.
Hatıra yüklü nehir limanıyla İşbiliye…
galeri: alcázar de sevilla…
08/04/2013 § Yorum bırakın
Real Alcázar, Sevilla, a set on Flickr.
Orduları yenebilirsiniz, mimarları asla… Türk sultanı nasıl İstanbul’u alınca kendini kayzer ilan etmiş ve Ayasofya’ya benzer camiler inşa ettirmişse; Kastilya Kralı Pedro da kendini sultan olarak tasvir eden levhaların yer aldığı baştan aşağı Mağribi tarzı bu sarayı inşa ettirmişti.
galeri: elhamra bezemeleri…
05/04/2013 § Yorum bırakın
Elhamra Bezemeleri, Granada, a set on Flickr.
Elhamra’da başınızı nereye çevirseniz; her duvarın, her kirişin, her sütunun; desenlerinde, işlemelerinde, mukarneslerinde, arabesklerinde, mozaiklerinde, çinilerinde ve kabartmalarında tek bir cümle göze çarpar: Ve lâ gâlibe illallah! (Allah’tan başka galip yoktur.)
galeri: elhamra…
30/03/2013 § Yorum bırakın
Elhamra Sarayı, Granada, a set on Flickr.
Kurtuba ve İşbiliye düştükten sonra Endülüs’ün bütün sanatçıları mecburen Gırnata’ya toplandılar ve bir büyük medeniyetin bu son büyük eserini yaptılar.